Giriş:
13 Receb, Emirü’l-Müminin Ali’nin (a.s.) doğum günü, onun yüce şahsiyetini yeniden tanıma ve hatırlama fırsatıdır. O, tüm hakikat arayışı içinde olan insanlar için ölümsüz bir örnektir.
Bu vesileyle, Kum İlim Havzası’nın değerli bir araştırmacısı ve önemli hocalarından olan Hüccetü’l-İslam ve’l-Müslimin Muhammed Cafer Tebesi, Havza Haber Ajansı’na konuk olmuş; Ehli Sünnet ve Şii kaynaklarından hareketle Emirü’l-Müminin Ali’nin (a.s.) farklı yönlerini ele almıştır. Sahih senetli rivayetlere dayanarak, onun yüce ilmî konumunu, ismetini (günahsızlığını) ve cihad yolundaki üstün yerini ayrıntılarıyla açıklamıştır. Bu değerli metni siz kıymetli okuyucularımıza sunuyoruz.
Rahmân ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla
Öncelikle, vasilerin efendisi ve muttakilerin imamı Hazreti Emirü’l-Müminin Ali’nin (a.s.) mübarek doğumunu, yüce velinimetimiz Hazreti Hüccet İbni’l-Hasan el-Askeri’ye (Allah onun kutlu zuhurunu çabuklaştırsın) ve tüm Müslümanlara, özellikle de o Hazret’in takipçilerine tebrik arz ediyorum.
Bu vesileyle, Hazreti Emirü’l-Müminin Ali (a.s.) ile ilgili birkaç önemli konuyu siz değerli kardeşlerime sunmak istiyorum:
Birinci Başlık: Emirü’l-Müminin Ali’nin (a.s.) Mübarek Doğumu
Ehli Sünnet ve Şii büyüklerinin ortak kabulüne göre, Emirü’l-Müminin Ali’nin (a.s.) doğumu Kâbe-i Muazzama’da gerçekleşmiştir. Hatta bazı büyük Ehli Sünnet alimleri, bu konuda tevâtür olduğunu (rivayetlerin kesintisiz bir şekilde nakledildiğini) belirtmişlerdir.
Şii İmamiyye alimlerinin önde gelenlerinden Merhum Şeyh Müfid (h. 413), kıymetli eseri el-İrşad fî Ma‘rifeti Hücecil-Allah ale’l-İbad’ın birinci cildinin 5. sayfasında şöyle yazmaktadır:
“Hiçbir doğum, Ali’den (a.s.) önce veya sonra Kâbe’de gerçekleşmemiştir. Bu, Allah-u Teâlâ’nın, Hazreti Ali’nin (a.s.) makamını yüceltmek ve ona özel bir onur bahşetmek amacıyla takdir ettiği bir fazilettir.”
Ayrıca, Seyyid Şerif Razi (h. 406) Hasa’isü’l-Eimme adlı eserinin 39. sayfasında bu konuyu detaylı bir şekilde ele almıştır.
Önde gelen Ehli Sünnet alimleri de bu tarihi olayı kabul etmişlerdir. Örneğin, Genci Şafii, Kifayetü’t-Talib adlı eserinin 407. sayfasında şöyle yazmaktadır:
“Emirü’l-Müminin Ali (a.s.), Mekke’de, Beytullah’ta, Receb ayının 13. gecesi, Cuma akşamı, Fil Yılı’nın 30. yılında dünyaya geldi. Ne Ali’den (a.s.) önce ne de ondan sonra hiçbir doğum Kâbe’de gerçekleşmemiştir.”
Allame Emini (Allah rahmet eylesin), kıymetli eseri el-Gadir’in 6. cildinin 36. sayfasında, meşhur Ehli Sünnet müfessiri Alusi’den şu ifadeyi nakleder:
“Emirü’l-Müminin’in (a.s.) Kâbe’de doğumu, dünya tarihinin meşhur olaylarındandır ve böylesine önemli ve yaygın bir şekilde tanınmış bir olay, başka hiçbir kişi hakkında rapor edilmemiştir.”
Şafii mezhebine mensup önde gelen hadisçi ve eleştirmen (h. 405) Hâkim Nişaburi, el-Müstedrek alâ’s-Sahîhayn adlı eserinin 4. cildinin 199. sayfasında şöyle yazar:
“Tevâtür derecesinde haberler vardır ki, Fatıma bint Esed, Emirü’l-Müminin Ali’yi (a.s.) Kâbe’de doğurmuştur.”
Neden İmam Ali’nin (a.s.) Kâbe’de doğumu, içindeki putlara rağmen bir fazilet olarak kabul edilir?
Her yıl İmam Ali’nin (a.s.) mübarek doğumu vesilesiyle, bazı düşmanlar ve Vahhabiler bu konuda şüpheler ortaya atarak şu soruyu gündeme getirirler:
“Kâbe’nin içi ve dışı putlarla doluyken, orada doğmak nasıl bir fazilet olabilir?”
Bu şüpheye iki temel yaklaşımla cevap verilebilir:
- Çürütücü Cevap:
Tarih, Zübeyriler ve Emeviler’in, bu fazileti “Hakim bin Hizam” adında birine de isnat edebilmek için çaresizce çaba sarf ettiklerini gösteriyor. Bu, Kâbe’de doğmanın büyük bir fazilet olarak kabul edildiğini gösterir. Aksi takdirde, neden böyle bir rivayeti uydurmak için bu kadar çaba harcasınlar? Hakim bin Hizam’ın Kâbe’de doğmasının faziletini ispatlamaya çalıştıkları her argüman, ilk olarak İmam Ali (a.s.) için de geçerlidir.
- Çözümleyici Cevap:
Bu önemli noktaya dikkat edilmelidir ki Kâbe’nin kendisine ait bir şeref ve kutsiyet vardır; içindeki veya dışındaki birkaç put, hiçbir şekilde onun büyüklüğünü ve kutsiyetini eksiltmez. Bu kutsiyetin bazı sebepleri şunlardır:
• Bu mübarek mekan, Hazreti Âdem’in (a.s.) ibadet yeri olmuştur.
• Cennetten inen Hacerü’l-Esved burada bulunmaktadır.
• Kâbe’nin, Nuh Tufanı’ndan sonra Hazreti İbrahim'in (a.s.) Allah’ın emriyle yeniden inşa etmesinin ardından, tarih boyunca ilahi peygamberlerin ibadet ve hürmet yeri olduğu bilinmektedir.
Konuyu daha netleştirmek için şu örnek verilebilir:
Eğer bir camide haram bir şey örneğin içki, bulundurulursa ya da birisi camide günah işlerse, bu caminin kutsiyetinden ve büyüklüğünden hiçbir şey eksilmez değil mi?
Buna göre Kâbe’deki putlar o dönemde ne kadar mevcut olursa olsun Kâbe’nin asli şerefini ve kutsiyetini asla azaltmaz ve dolayısıyla, İmam Ali’nin (a.s.) bu kutsal mekanda doğmasının fazileti de hiçbir şekilde eksilmez.
Başka bir dikkat edilmesi gereken nokta ise bu muazzam doğumla ilgilidir:
Kâbe’nin kapalı olmasına rağmen, Hazreti Fatıma bint Esed (Allah ondan razı olsun) Kâbe’ye kapısından girmemiştir. Allah’ın izniyle Kâbe’nin duvarı Rükn-i Yemani tarafından yarılmış ve o, o yoldan Allah’ın evine girmiştir.
Üç gün boyunca Allah’ın misafiri olmuştur. Bu olaylar kesinlikle tesadüf değildir, aksine Rabbimizin özel iradesinin bir yansımasıdır; bu doğumu diğer doğumlardan ayıran bir özelliktir ve öyle de olmuştur.
İkinci Başlık: Emirü’l-Müminin (a.s.)’in İslam’ı Korumadaki Rolü
Bu konu, Emirü’l-Müminin Ali’nin (a.s.) hayatında özel bir öneme sahiptir.
Emirü’l-Müminin Ali (a.s.) İslam’ı, dini ve Peygamber Efendimiz'in (s.a.a.) hayatını korumada eşsiz bir rol oynamıştır. Bu gerçek doğru bir şekilde tarih kitaplarına kaydedilmiştir.
Kur’an-ı Kerim, Bakara Suresi’nde bu fedakarlığına işaret eder:
“Ve insanlar arasında öyleleri vardır ki, Allah’ın rızasını kazanmak için canını satar. Ve Allah kullarına karşı merhametlidir.”
Bu ayet Hazreti Ali’nin (a.s.) Leyletü’l-Mebit’teki fedakarlığını işaret eder; o gece Hazreti Ali (a.s.), Peygamber Efendimiz (s.a.a.)’in yerine yatıp O’nun Mekke’den hicret etmesini sağlamıştır.
Eğer Hazreti Ali'nin (a.s.) başka hiçbir fazileti olmasaydı sadece bu bir fazilet, O’nun yüksek mertebesi için yeterli olurdu. Çünkü o gece, Mekkeli müşriklerin Peygamberimizi (s.a.a.) öldürme planlarına karşı, Hazreti Ali (a.s.) canını feda etmiştir.
O kritik gecede, Peygamber Efendimiz (s.a.a.) müşriklerin planını öğrendiğinde, Emirü’l-Müminin Ali’yi (a.s.) çağırarak onu uyardı ve şöyle dedi: “Bu gece benim yatağımda uyuyabilir misin?”
Hazreti Ali'nin (a.s.) cevabı çok anlamlıdır. O, “Ey Allah’ın Resulü, eğer ben bu gece sizin yatağınızda uyursam, dinim güvenceye alınır mı?” diye sordu.
Bu cevap, Hazreti Ali’nin (a.s.) asıl kaygısının kendi hayatı değil, dinin korunması olduğunu göstermektedir. Peygamber Efendimiz (s.a.a.) dininin güvende olacağını onayladıktan sonra, Hazreti Ali (a.s.) bu zor ve önemli görevi kabul etti.
Dikkate değer bir diğer nokta ise, o dönemde Medine’de çok sayıda sahabe bulunmasına rağmen Peygamber Efendimiz (s.a.a.) bu görev için sadece Hazreti Ali’yi (a.s.) seçmiş olmasıdır. Bu seçim, Emirü’l-Müminin Ali’nin (a.s.) Medine’deki tüm sahabeler üzerine üstünlüğünü açıkça gösterir.
O kritik gecede, müşrikler Peygamber Efendimiz’in (s.a.a.) kanını dökmeyi kararlaştırmışken, Hazreti Ali'nin (a.s.) fedakarlığı sayesinde bu tuzak gerçekleşememiştir.
Merhum Şeyh Müfid, pek çok ilim ehlinin doğru ve güvenilir nakilleriyle tanıdığı “İrşad” adlı eserinde, “Ve insanlardan öyleleri vardır ki, Allah’ın rızasını kazanmak için canlarını satarlar” ayetinin tefsiri ve Leyletü’l-Mebit hadisesi hakkında derin ve etkileyici analizler sunmaktadır.
Şeyh Müfid şöyle der: “Emirü’l-Müminin Ali (a.s.), canını Allah yolunda feda etti ve Allah’a itaat yolunda sattı. Bu ayetteki ‘yeşri’ kelimesi satmak anlamına gelir; Hazreti Ali (a.s.), canını Peygamber'i (s.a.a.) düşmanların tuzağından kurtarmak ve Allah’ın elçisini korumak için feda etti.”
Hiçbir fazilet, Hazreti Ali’nin (a.s.) samimi hizmetiyle eşdeğer değildir
Şeyh Müfid, çok önemli bir noktaya daha dikkat çeker: “Eğer Hazreti Ali’nin (a.s.) bu fedakarlığı olmasaydı, Peygamber Efendimiz’in (s.a.a.) tebliğ ve mesajını yerine getirmesi sağlanmamakla beraber, O’nun hayatının devamı da tehlikeye girerdi.” Bu derin ifade, Peygamber Efendimiz’in (s.a.a.) hayatının korunmasının, Hazreti Ali’nin (a.s.) Leyletü’l-Mebit’teki fedakarlığına dayandığını gösterir.
Şeyh Müfid, yaptığı analizde şu sonuca varır: Eğer Hazreti Ali (a.s.) olmasaydı:
1. İslam milleti ayakta kalamazdı.
2. İslam şeriatı sağlam temeller üzerine kurulamazdı.
3. Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) daveti halka açılamazdı.
Sonuç olarak, Şeyh Müfid şu çıkarımı yapar: Hazreti Ali’nin (a.s.) bu eyleminin değeri o kadar büyüktür ki, dağlar bile bu samimi çabaların karşısında hiçbir şey değildir ve hiçbir insanın hiçbir fazileti bu faziletle eşdeğer olamaz.
Bu derin analiz, Leyletü’l-Mebit hadisesinin sadece bireysel bir fedakarlık değil aynı zamanda İslam tarihinin dönüm noktalarından biri olduğunu, İslam dininin devamını ve yayılmasını garantileyen bir olay olduğunu gösterir.
Leyletü’l-Mebit olayından dört büyük ve tarihe yön veren sonuç ortaya çıkmıştır:
1. İslam’ın korunması
2. Dinî inançların korunması
3. Kur’an’ın korunması
4. Peygamber Efendimiz’in (s.a.a.) hayatının korunması
Bu tarihi olay o kadar önemli bir yere sahiptir ki bugün, 14 asırdan fazla bir süre sonra İslam’ın bize ulaşmasının doğrudan Hazreti Ali'nin (a.s.) fedakarlık ve özverilerinin bir sonucu olduğunu söylemek mümkündür.
Bu, İslam tarihinde Hazreti Ali (a.s.) adına kaydedilen büyük bir onurdur.
Dikkate değer bir diğer nokta ise, bizlerin hâlâ Hazreti Ali'nin (a.s.) insanlık ve beşeriyet için yaptığı değerli hizmetleri doğru bir şekilde anlatamamış olmamızdır.
Maalesef mevcut nesil, bu fedakarlıklar ve hizmetler hakkında çoğu zaman bilgi sahibi değildir. Bu, hem dini ilimler alanındaki âlimler hem de üniversite camiası için büyük bir sorumluluktur:
1. Hazreti Ali'nin (a.s.) hayatını yeni bir bakış açısıyla incelemelidirler.
2. Bu incelemeleri, insanlığa farklı bir şekilde sunmalıdırlar.
3. Hazreti Ali'nin (a.s.) dünya İslam’ına kattığı değerli hizmetleri doğru bir şekilde tanıtmalıdırlar.
Umut edilir ki, bu mübarek doğumun bereketiyle Hazreti Ali’nin (a.s.) eşsiz hizmetlerinin bir kısmını dünyaya tanıtabilirim ve herkes, Emirü’l-Müminin'in (a.s.) İslam dünyasına ve insanlığa sunduğu değerli ve kalıcı hizmetleri fark eder.
İşte bu, Kâbe’de doğumu olan Hazreti Ali’nin (a.s.) İslam’ın korunması ve yayılmasındaki eşsiz rolünü vurgulayan ikinci ana başlıktı.
Üçüncü Başlık: Emirü’l-Müminin (a.s.) ile Kur’an Arasındaki Ayrılmaz Bağ
Ali bin Ebi Talib’in (a.s.) hayatındaki üçüncü önemli nokta, O’nun tüm hayatı boyunca ve hatta şehadetinden sonra bir an bile Kur’an’dan ayrılmamış olmasıdır.
Şafii mezhebinin büyük âlimlerinden Hâkim en-Nîşâbûrî, El-Müstedrek adlı eserinin 3. cildinin 96. sayfasında, 4670 numaralı hadisi nakleder. Bu hadis, sened açısından hiçbir sorun taşımamaktadır.
Hâkim, bu senedi nakledip sahih olarak kabul etmiş ve daha da önemlisi, büyük hadis eleştirmeni Zehebi de bu hadisin sahihliğini tasdik etmiştir.
Hadis, Peygamber Efendimiz’in (s.a.a.) vefalı eşi Ümmü Seleme’den rivayet edilir ve şöyle der: Peygamber’in (s.a.a) Ali (a.s.) hakkında şöyle dediğini duydum;
“Ali, Kur’an ile beraberdir ve Kur’an da Ali ile beraberdir. Birbirlerinden ayrılmazlar, ta ki Havz’a (Cennet havuzuna) gelinceye kadar.”
Bu hadis, sened açısından tamamen güvenilirdir ve hadis ilminde buna özel bir dikkat gösterilmelidir.
Emirü’l-Müminin (a.s.) ve Kur’an’ın Ayrılmaz Bir Bütün Oluşu
Hadis ilmi ve tenkitte uzmanlaşmış olanlar, örneğin Hâkim ve Zehebi gibi âlimler bu hadisin sahihliğini onayladığında bu durum bazı sonuçlar doğurur.
İlk gereklilik, “ma’a” kelimesinin “Aliyyun ma’a’l-Kur’an” ifadesindeki anlamını analiz etmektir, çünkü “maiyet”in anlamı, ayrılmamak ve birlikte olmak gerekliliğini taşır.
Birinci gereklilik, Ali'nin (a.s.) Kur’an’dan ayrılmasının imkansız olduğudur ve aynı şekilde Kur’an’ın da Ali'den (a.s.) ayrılması mümkün değildir.
Peygamber Efendimiz (s.a.a.) bu hadiste “len” kelimesini kullanmış, “lem” değil. Edebiyat ve araştırma konusunda uzmanlar, “len” ve “lem” arasında temel bir fark olduğunu bilirler; “lem” kesin bir reddi ifade ederken, “len” ebedi bir reddi ifade eder.
Kur’an’da da şöyle denir: “Len terani ya Musa” (Ey Musa, beni asla göremezsin), yani ne dünyada ne de ahirette beni göremezsin.
Burada da Peygamber Efendimiz (s.a.a.) Kur’an ile Ali’nin asla birbirlerinden ayrılmayacağını belirtmiştir.
Bu nedenle, iki ana nedenimiz vardır:
1. Hadisin kendisi
2. “Len” kelimesinin kullanımı
Burada sorulması gereken temel soru şudur: Ali (a.s.) ile Kur’an arasındaki ayrılmazlık, Ali bin Ebi Talib’in (a.s.) masumiyetini kanıtlamaktan başka nedir?
Bu konu, Ehlibeyt’in ve özellikle Ali'nin (a.s.) hayatında çok merkezi bir yer tutmaktadır ve masumiyet konusunda şüphe duyanların, hadis ilmi üzerine derinlemesine düşünmeleri gerekmektedir. Çünkü “len” ifadesi, Kur’an’ın ve Ali’nin asla ayrılmayacağı anlamına gelir.
Ali'nin (a.s.) masumiyeti, birkaç açıdan incelenebilir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) “Ali ve Kur’an asla birbirinden ayrılmaz” buyurduğunda, şu soru ortaya çıkar: Eğer herhangi bir an için bir günah (Allah korusun) işlenirse bu, Ali (a.s.) ile Kur’an arasındaki ayrılığı doğurmaz mı?
Ancak hadis sürekli ayrılmama vurgusu yaparak, Ali'nin (a.s.) masumiyetinin bir kanıtı oluyordur.
Ali'nin (a.s.) masumiyeti, sadece bu hadisle sınırlı değildir. Ayrıca, Mübahale Ayeti de buna güçlü bir şahitlik yapmaktadır.
Hatib el-Bağdadi, İbn Talha ve diğer bazı Ehl-i Sünnet âlimleri Mübahale Ayeti’ndeki “enfusena”nın Ali bin Ebi Talib (a.s.) olduğunu açıkça belirtmişlerdir. Bu da demektir ki, Ali (a.s.) Peygamber Efendimiz'in (s.a.a.) ruhudur. Peygamber’in (s.a.a.) masum ve tüm peygamberlerden üstün olduğu gibi, onun ruhu da aynı şekilde masum olmalıdır.
Dördüncü Başlık: Emirü’l-Müminin (a.s.) ve Cihad
Dördüncü bölümde, Emirü’l-Müminin'in (a.s.) cihaddaki rolüne odaklanacağız.
Şeyh Saduk, el-Ma’ani al-Ahbar (Cilt 1, s. 309) adlı eserinde, Emirü’l-Müminin'den (a.s.) şu rivayeti nakleder:
«Cihad, cennetin kapılarından bir kapıdır ki, Allah onu yalnızca özel evliya kullarına açmıştır.»
Tarih ve hem Şii hem de Sünni rivayetlerine göre, Emirü’l-Müminin (a.s.) Peygamber’in (s.a.a.) tüm savaşlarında özellikle Uhud, Bedir, Hayber ve diğer savaşlarda savaşın ön safında yer almıştır.
Tarih, bu savaşların tümünde Emirü’l-Müminin'in (a.s.) merkezi rolünü üstlendiğini gösteriyor. O yalnızca ön saflarda değil, aynı zamanda çoğunlukla savaşların sonucunu belirleyen kişi de o oluyordu.
Bu faziletler - masumiyet, Kur’an ile birlikte olmak ve savaş meydanındaki cesaret - Emirü’l-Müminin’in (a.s.) benzersiz kişiliğinin kapsamlı bir resmini sunmaktadır.
Elbette bu konuların tam bir şekilde ele alınması özellikle masumiyet meselesinin detaylı bir şekilde açıklanması ilmi havzalarda, özellikle de Kum şehrindeki ilmi havzalarda geniş bir şekilde tartışılmalıdır.
Beşinci Bölüm: Allah Yolunda Cihadın Önemi
Allah yolunda cihadın önemini, Şeyh Müfid’in el-İrşad adlı eserinde bulmak mümkündür. O şöyle der:
«O, öyle bir cihaddır ki onunla İslam’ın temelleri sağlamlaştı ve dinin hükümleri ve şeriatları onunla yerleşti. Bu cihad, Emirü’l-Müminin’in (a.s.) adının tarihte ebedi hale gelmesini sağladı.»
Yani, Emirü’l-Müminin'in (a.s.) cihadı, İslam’ın temellerini sağlamlaştıran ve şeriat ile ilahi hükümleri yerleştiren bir cihaddı. Bu cihadın önemi öylesine büyüktü ki, O’nun mübarek ismi tarihe kazındı.
Bu değerli miras, günümüzde de önemini korumaktadır. Günümüz dünyasında tıpkı İslam’ın ilk dönemlerinde olduğu gibi, İslam değerlerine karşı geniş bir cephe oluşturulmaktadır.
Düşmanlar dünya çapında İslam’ın özünü, Kur’an’ı, mezhebi ve Şiiliği hedef almışlardır. Bu şartlar altında, Emirü’l-Müminin'in (a.s.) dinini savunma yolundaki hayat tarzını takip etmek, inkar edilemez bir zorunluluktur.
Tıpkı O’nun, kılıcıyla İslam’ı savunduğu gibi bugün de dinin temelini hedef alanlara karşı durmalı ve İslam ve Kur’an’a en küçük bir zarar verilmesine izin vermemeliyiz.
Bu direnç ve azim, Emirü’l-Müminin'in (a.s.) kurduğu kutsal yolun devamıdır.
Your Comment